Korkularin Üstüne Gitmek

Korkuların üstüne gitmek,

Söylemesi kolay ama yapması bir o kadar zordur. Zor olmasının sebebi ise düşünülmesi ve hesaplanması gereken konuların çokluğundan kaynaklanır. Sırf korkuların üstüne gitmek icin bodoslama yapılan her hareketin, korkuları pekiştirip hayatımızda derin yaralar açma ihtimali yüksektir. Bunun en güzel örnegini denize girmekten, sudan korkan bir cocukta görebiliriz. Denize girmek istemediği halde zorla sokulan, suya atılan, haberi olmadan kafası suyun altına sokulan cocuklar…  Korkuların üstüne gitmeden önce, her korkunun güvenlik duygusu hissiyatı ve oluşan durumlar ile nasıl başa çıkılacağını bilememekten kaynaklandığını hatırlayalım. Bir kişinin korkularının, kendisine güven, etrafındaki kişilere güven, toplumsal düzeyde güven gibi konulardaki eksikliklerden kaynaklandığını akılda tutmakta fayda var. Sonrasında da karşılaşılacak durumla nasıl başa çıkacağını bilememek önemli rol oynuyor. Kendi sahip olduğu özellikler ve bilgi birikimlerini nasıl kullanacağını bilememek, kendimizi o anda nasıl sakinleştirip rahatlatacağımızı bilmemek, etraftan nasıl ne için yardim isteyeceğimizi bilememek, sahip olduğu yasal hakları bilememek, bir hastalığın oluşması ve devam etmesi, teşhis konulması tedavi süreci gibi konuları ayrıntılı bilememesi.  Dediğim gibi korkuların üstüne gitmek çok zordur çünkü yapılması gereken bir çok aşamayı beraberinde getirir. Ama oysaki korktuğumuz şeyden uzak durmak, kolay ve uzun vadede yardımcı olmayan bir aşamadır. 

Korkuların üstüne gitmek, onlarla baş etmeyi öğrenmek uzun ve macera dolu bir yol. Ama bu yolda yürürken kendimize ait de çok fazla gizli oda keşfederiz. Her keşfedilen oda bizi daha sonrası için güçlü ve hazırlıklı kılar. Bu süreçte sevgi ve sabırla yanınızda olacak birisi, yavaş yavaş adımlar atmak, öncelikle hangi korkudan başlayacağınıza karar vermek ve en önemlisi bu korkunun nerden geldiğini bulmak yardımcı olacak aşamalardır. 

Fiziksel izolasyon sürecinden sonra

 

 20 Nisan 2020 itibari ile Almanya’da aşamalı bir şekilde sosyal hayat tekrar hareketlenecek. İlk aşamada sınav yılında olan öğrenciler okullarına devam edecekler, 800 metre kareden küçük olan işletmeler çalışmaya  açılabilecek, ve bir çok şirket evden iş yürütmenin zorluğundan bunaldığı için çalışanlarını ofislerine toplayacak. Peki ama bunun toplum ruh sağlığına etkisi ne olacak?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Almanya’da bu karar alınırken aktif hasta sayısının son 2 hafta içindeki değişimi dikkate alındı. Yapılan açıklamalarda ise sağlık uzmanları ve siyasetçiler geri dönüş sürecinin kontrol altında olduğunu belirtti. Benim yazımda değinmek istediğim nokta ise, pazartesinden itibaren sokaklarda göreceğimiz işe ve okula gitmekle yükümlü olan insanların  karşılaşabileceği duygusal durum ve bilişsel süreçler.

27 Ocaktan itibaren Almanya korona ile savaş veriyor ve bu sürecin yaklaşık son 1 ayı evlerde geçti. Evlerinde fiziksel izolasyon uygulayan vatandaşlar günlerini stresten olabildiğince uzak ve sağlıklı geçirmek için kendi yöntemlerini geliştirdiler. Ama sosyal hayata geri dönüş başladığında, insanların kendilerine yeni bir rutin ve yöntem geliştirmeleri gerekecek. Süreci çok ciddiye almış ve uzmanların önerilerine harfiyen uymuş kişiler ile, süreci ciddiye almamış ve tedbiri elden bırakmış kişiler belki de aynı otobüste yolculuk yapacak sonrasında da aynı iş yerini en az 8 saat paylaşacak. İşte dikkat etmemiz gereken ve ruh sağlığı çalışanlarının odaklanması gereken nokta tam olarak burası. Fiziksel izolasyon süreci boyunca kendi yöntemlerini geliştirmiş insanlar, güvenlik sınırları işverenler, okul müdürleri ve devlet yöneticileri tarafından belirlenmiş ortamlarda nasıl davranacak. Toplumun tekrar bir arada olmasından kaynaklanacak, kaygı seviyesi yüksekliği, stresin dışarı agresif tepkiler ile çıkması, suçlayıcı bakış ve konuşmalar, güvensizlik hissi ve takıntılı-abartılı düşünceler ruh sağlığı çalışanlarının odaklanması gereken noktaların başında geliyor.

Fiziksel izolasyon sürecinin belirsiz olduğu için depresif davranışlara yol açtığı, umutsuzluk ve hayattan geri çekilme tepkilerini doğurduğunu biliyoruz, gördük ve deneyimledik. Peki ya izolasyondan sonra? Söylemek isterim ki, asıl belirsizlik şimdi başlıyor. Fiziksel izolasyon sürecinin bitmesi bir koşula bağlıydı ; aktif vaka sayısı kontrol edilebilir seviyeye indiği zaman fiziksel izolasyon kaldırılacak. Peki fiziksel izolasyon bittikten sonra, döneceğimiz toplumsal hayat ne zaman hatırladığımız ve özlediğimiz halini alacak? işte bu bilinmiyor. Çok kesin bir dille söylemek gerekir ki, evde geçirilen vakit boyunca hatırladığımız ve kavuşmayı hayal ettiğimiz sosyal hayatın gelmesine daha çok var. Bunun olabilmesi için bütün dünyada virüsün bitmesi veya %100 işe yarayan bir tedavinin bulunması gerekiyor. Her ülkenin virüs ile savaşma başarısı aynı olmadığı için sürecin hızlıca (aylar içerisinde) yok olacağı fikrinden vazgeçmeliyiz. Kendimizi kandırmayı bir kenara bırakıp, yeni koşullara uyum sağlamalıyız.

Öncelikle fiziksel izolasyon süreci boyunca, dışarı her çıktığımızda virüs kaptığımızı, dışarısının virüsler ile kaplı bir deniz olduğunu düşündüysek, toplumsal hayata geri dönmek bizim için çok zor olacaktır. Virüsün bulaşma şeklini çok iyi anlamak, korunma yolları hakkında doğru ve her durumda uygulanabilir bilgiler edinmek önemli. Havalar ısındığı için, dışarıda geçirilecek vakitlerin, açık alanlarda olmasına özen göstermeliyiz. Eğer öğle yemeklerimizi iş yerlerine yakın avm veya fabrikaların yemekhanelerinde yiyorsak, yemek süresini kısa tutup molaların geri kalanlarında açık havada izole olmaya özen gösterebiliriz.

Evde kaldığımız süre boyunca hissettiklerimiz ne kadar haklı duygular ise, kalabalık toplumsal hayata geri dönmekten korkmak, çekinmek de bu kadar yerindedir. Bu süreçleri kendimize işkence haline getirmemek için bir sene önceki rutinimiz ile kıyaslama yapmaktan ve sürecin uzun olduğunu kabul etmemekten vazgeçmeliyiz. Şu anda evde kalmanın ve izole olmanın bir an önce bitmesini arzulayan kişilere söylemek isterim ki, izolasyondan sonraki dönem maalesef hayal ettiğiniz gibi değil ve kendiniz için yapabileceğiniz en büyük iyilik bunu bir an önce kabullenmektir.

Erasmus+ Training Course (Eğitim Kursu)

Erasmus+, Avrupa Birliğinin eğitim, gençlik ve spor konularında üye devletler arasındaki değişim programlarının genel adıdır. Erasmus Plus projelerinden en tanınanı üniversite değişim programıdır. Üniversite öğrencilerine bir dönem yada iki dönem boyunca başka bir üniversitede okuma fırsatı sunar. İnternet sitemde daha önce bahsettiğim Avrupa Gönüllü Hizmeti, Eğitim Kursu (Training Course)  ve Gençlik Değişim Programları (Youth Exchange Program) da Avrupa Birliği tarafından finanse edilir.

Bu yazımda sizlere deneyimlerimi de ekleyerek eğitim kurslarının mantığından ve kursların getirdiği avantajlardan bahsetmek istiyorum. 2015 yazında Hollanda’da TOG (Toplum Gönüllüleri Derneği) ni temsilen bir eğitim kursuna katıldım. 10 gün süren “Gençlik Çalışmalarında Çatışma Çözme Yöntemleri” (Conflict Management in Youth Workers) üzerine kurulmuş bir eğitimdi. 12 farklı Avrupa ülkesinden toplam 24 kişiydik. Hepimizin ortak  noktası gençlik alanında çalışıyor olmamızdı. Yaygın eğitim metotları ile her katılımcı belirlenen konular üzerindeki deneyimlerini birbirine aktarıyordu. Tabi ki bu aktarım sürecinde 4 adet eğitmen moderatör olarak yer alıyor. Konuşulacak konuyu ve konunun çerçevesini belirliyor, bizlere farklı görüşler ortaya çıkartabilmemiz için yol gösteriyordu. Oturumların son 15 20 dakikasında ise, bütün konuşulanları toplayıp daha formel bir eğitim şeklinde anlatıyordu. Burada hemen belirtmek istiyorum ki, Erasmus plus kapsamında alınan eğitimlerin hepsinde yaygın eğitim metotları kullanılır. Yaygın eğitim metotları, katılımcıların ve eğitmenlerin bilgi birikimi ve bilgiyi aktarma şekli olarak  aralarında bir hiyerarşi bulunmadığı, katılımcıların deneyimlerini ve fikirlerini demokratik bir çerçevede birbirleri ile paylaştıkları eğitim sistemidir. Yaygın eğitim metodunda, kimsenin bilgisi ya da deneyimi bir başkasınınkinden üstte değildir. Bu yüzden eğitim kursunda çeşitli ülkeler ve çeşitli alanlardan katılımcılar olmasına dikkat edilir. Bunun yanı sıra katılımcı sayısını optimal düzeyde tutmak; her katılımcının birbiri ile olan etkileşimini arttırıp, ortaya güzel harmanlanmış bilgi donanım çıkmasını sağlar.

Eğitim kursları çeşitli konularda olabilir, projeyi yazan kadronun amaçları doğrultusunda bir içerik hazırlanır. Eğitim boyunca konu başlıkları belirlidir, lakin %20’lik gibi bir alan özellikle boş bırakılır. Bu boş alan katılımcıların istekleri ve kendi getirdikleri fikirler doğrultusunda şekillenir. Eğitim süresince katılımcılar, projenin belirlediği bir yerde konaklarlar ve genelde proje boyunca beraber vakit geçirirler. Eğitim haricinde kültürel değişim yapılması ve dil gelişimi de eğitim kurslarının yan amaçlarıdır. Benim projemde iki katlı bahçeli bir villada konaklamıştık. Bir hafta boyunca gece gündüz beraber vakit geçirmiştik ve bu süreçte bütün katılımcılar birbirini daha iyi tanıma fırsatı bulmuştu.

Erasmus+’ın bütün projelerinde olduğu gibi kurslar da Avrupa Birliği tarafından fonlanıyor. Vİze ücreti, uçak bileti, konaklama, yemek gibi her türlü gider sizin için ödeniyor. Projeniz bittikten sonra Youthpass adı verilen, kurstan edindiğiniz kazanımların yazılı olduğu bir sertifika alıyorsunuz. Sertifikayı siz ve eğitmenleriniz beraber dolduruyorsunuz. Bu sertifikayı uluslararası alanda rahatlıkla kullanabilirsiniz. Eğitim kursundan kabul almak için bir gönderici kuruluşa ihtiyacınız yok. Yani siz kendiniz aşağıda vereceğim İnternet sitesinden kursunuzu bulabilir ve bir motivasyon mektubu ile başvurabilirsiniz. Kabul aldıktan sonra, eğer projenin Türkiye’de bir ortağı yoksa bir gönderici kuruluş bulmanız gerekiyor. Ama genel olarak her projenin Türkiye’de bir proje partneri olur ve siz bu kurslara katılırsınız. Ayrıca kendiniz de proje yazıp Avrupa Birliğine başvurabilirsiniz.

Avrupa Birliği tarafından tanınan ve fonlanan eğitim kurslarına katılmanız, size sadece eğitim aldığınız konuda bilgi  katmaz, farklı kültürler ve fikirleri de görmenizi sağlar. Yeni kültürler ve insanlarla tanışırken, dil yeteneğinizin gelişmesine destek olur. Eğitim aldıktan sonra ülkenize dönüp, öğrendiğiniz bilgileri sivil toplum alanında yer alıp almaması önemli olmaksızın yeni kişilerle paylaştığınızda ise evrensel bilginin yayılmasında  aktif olarak rol almış olursunuz.

Kursları bulabileceğiniz link: https://www.salto-youth.net/

İTİCİ GÜCÜMÜZ: MOTİVASYON

           Yaptığımız her hareketin arkasında sahip olduğumuz bir motivasyon vardır. Su içmek, yürüyüşe çıkmak, arkadaş edinmek, iş sahibi olmak ve okumak bunlardan bazılarıdır ki siz de kısa bir beyin fırtınası ile kendi hayatınızdaki motivasyon gerektiren örnekleri çoğaltabilirsiniz. Motivasyon konusunun önemi tam olarak, hayatın kendisine eş değer olmasından gelir. Düşük motivasyon, düşük hayat kalitesi ve düşük hayat enerjisi demektir.

           Hayatımızda motivsyonumuzu etkileyen çeşitli faktörler vardır. Bunlar kişiden kişiye değişiklik gösterebilirken zamana bağlı olarak da değişiklik gösterir. Örneğin; yaz aylarında çalışma ortamlarında daha düşük motivasyona sahip olduğumuz gözlemlenmiştir. Yada mevsim fark etmeksizin tatil dönüşlerinde çalışma performanslarının düştüğü ve düşük motivasyonla çalışıldığı bilinmektedir. Hayatımızdaki motivasyonumuzu korumak, aslında mutluluğumuza açılan bir kapıdır ve bu yüden çok önemlidir. Şimdi bu yazıyı okuyan herkesten kısaca kendi hayatındaki motivasyon kaynaklarını düşünmesini istiyorum. Neden o evde oturuyorsunuz? Bu işte çalışmanızın sebebi ne? En son yediğiniz yemeği neden seçtiniz veya yaptınız? Spor yapma veya yapmama sebebiniz ne? Boş vakitlerinizi değerlendirmek için seçtiğiniz aktiviteyi niçin seviyorsunuz? Bu sorulara dürüstlükle cevap verin, ister içinizden isterse dışınızdan yanıtlayın. İster kağıda yazın ya da suya söyleyin fark etmez. Bunun üzerine bir kere düşünmeniz bile yeterli. Motivasyon kaynaklarınızı bulmanız, dengeler değiştiğinde hayatınızın kontrolünü kazanmanız için size yol gösterici olacaktır.

         Düşük motivasyon kadar sürekli yüksek motivasyonun da hayatımıza kötü sayılabilecek etkileri vardır. Sürekli olarak aktif olduğunuz, bir amaç için canla başla çalıştığınız durumlarda vücudunuz hep alarm halinde olur. Bu durum vücudunuz açısından manik ataklara benzer ve belirli bir zamandan sonra yıpratıcı olmaya başlar. Yüksek motivasyonla hırs arasında çok küçük bir çizgi vardır. Motivasyonunuzu yüksek tutmak için yükselttiğiniz her hedefte aslında hırslanırsınız ve bu da yıpratıcı olmaya başlar. Hırs konnusuna önümüzdeki bülten yazısında ayrıntılı olarak değineceğim. Peki madem düşük ve yüksek motivasyon bizler için zararlı, o zaman yararlı olan seviye nedir? Hayattaki amacımız dengeli bir motivasyona sahip olmak olmalıdır. Motivasyon kaynaklarınızı belirlerken her zaman için sizi mutlu ve tatmin edecek optimal seviyeyi düşünmelisiniz. Örneğin; yaşadığınız evden veya çalıştığınız işten tatmin olmanızı sağlayan olmazsa olmazınız nedir? Ulaşabileceğiniz en düşük seviye ama sizi tatmin etme konusundaki en yüksek seviyeyi bulmalısınız. Daha sonrasında ise motivasyonunuzu düşürecek yada fazlasıyla yükseltecek durumlar gerçekleştiğinde kendinize bunu hatırlatmalısınız. Unutmayın ki dengeli ve sürekli motivasyon mutluluk getirir. Yüksek motivasyonla devam ederken, karşılaştığınız kötü durumlarda çok daha fazla hayal kırıklığına uğrarsınız. Ya da düşük motivasyonla devam eden hayatınızda ani bir yükseliş sizisersemletir ve belki de daha önce deneyimlemediğiniz yeni yollara sizi sokarak bocalamanıza sebep olur. Ama dengeli ve sürekli motivasyona sahip olduğunuzda, karşılaşılan durumlara karşı soğuk kanlılıkla tepki verir, sağlıklı kararlar alırsınız.

         Motivasyonumuzu bizden iyi hiç kimse bilemez. Motivasyonumuzu hayatımızın her alanında korumak bizim elimizde. Olabildiğince dengeli ve saf motivayon kaynakları bulup, bunları içselleştiirmeliyiz. Böylece, karşılaşılan iyi ve kötü bütün durumlarda bize yol gösterici olacaklardır.

Gündelik Hayatın Olmazsa Olmazı: Çatışma

  

       Çatışma, hayatımızın her alanında boy göstermesi muhtemel bir sorundur. Farklı sebeplerden dolayı oluşabilecek olan çatışma durumları, farklı türlere de sahiptir. Bireysel çatışma, bireyler arası çatışma, bireylerle grup arası çatışma, gruplar arası çatışma, örgütler arası çatışma bu türlere verilen isimlerdir. Çatışma; konusu, ele alınışı, kavrayış ve çözümü bakımından çok karışık gibi görünebilir. Ancak, sistematik bir yol izlendiğinde çözüme kavuşması hiç de zor değildir.

       Bireysel çatışma dediğimizde, kişinin kendisi ile girdiği iç dünyasını kapsayan derin düşünceler ve duygular karmaşası aklımıza gelmelidir. Bireysel çatışmalar, kişiliğimizi besleyen ve şekillendiren olumlu yönlere sahiptir. Bireysel çatışmalarımızı kendi içimizde çözmekte zorlandığımızda ve çatışmayı sürdürdüğümüzde, artık içimizden taşıp çevremize yayılmaya başlar. Bu da diğer çatışma türlerinin oluşmasına sebep olur.

       O zaman, tür fark etmeksizin bir çatışma ile karşılaştığımız anda ilk yapmamız gereken içimize dönüp kendimizi gözden geçirmektir. Bu aşamada kendimize karşı açık olmalıyız. Çatışma gerçekten kendi içimizden taşan ve dışarıya yansıyan sebeplerden de olmuş olabilir. Karşımızdaki kişinin yansıtması dolayısıyla çatışma içine çekilmiş de olabiliriz. Sebebini anlamamız bize çözüm yolları bulmamızda yardımcı olacaktır. Kendimizden kaynaklı bir çatışma içerisindeysek, bunu fark ettiğimiz anda “Kendimle kalmaya ve düşünmeye ihtiyacım var bunu daha sonra konuşabilir miyiz?” cümlesi, ortamın sakinleşmesine ve çözüm üretmek için gerekli zamanın yakalanmasına yardımcı olacaktır. Tam tersi durumda, çatışmanın karşıdan kaynaklandığını düşündüğümüz durumlarda da “İçinde bulunduğumuz durumu düşündüğümde bir çözüme ulaşamıyorum, belki de belirli bir müddet ikimiz de konu üzerine düşündükten sonra fikirlerimizi tekrar paylaşmalıyız” cümlesi, kimseyi yargılamadan orta yol bulucu ve karşımızdaki kişiyi de düşünmeye sevk eden bir hamle olacaktır.

     Söz konusu bireylerle grup çatışması, gruplar arası çatışma ve örgütler arası çatışma olunca, muhatap bulma konusunda sıkıntı yaşıyor olabiliriz. Gruplar, birbirine benzer fikir veya çıkarları gözeterek bir araya gelirler. Yani daha büyük kitleli bir ortak akıl söz konusudur. Çatışma sebebini iyi anlamak ve analiz etmek bu durumda çok daha önemlidir, çünkü kitleyi ikna edecek bir çözüme ihtiyacımız olacaktır. Aradaki samimiyet durumunu gözeterek, grup üyeleri ile tekli konuşmalar gerçekleştirmek iyi olabilir, fakat amacımızı ve niyetimizi açıkça hepsine aynı şekilde belirtmeliyiz. Aksi takdirde davranışımız yanlış anlaşılabilir ve amacımızın çatışma çözmek yerine grubu daha da karıştırıp, yeni çatışmalar yaratmak olduğu sanılabilir.

      Çatışma durumlarında yapılması gereken ilk hamle, sorunu analiz etme ve üzerine düşünme olmalıdır. Sonrasında ise amacımızı belirten net cümlelerle iki tarafı da yargılayan ifadeler kullanmadan iletişime geçmeliyiz. Unutmamak gerekir ki çatışma boyutu büyüdükçe, çözüm süreci de uzayacaktır. Süreç boyunca aynı tavrı sergilemeye önem verilmelidir. Her çatışma sonrasında öğreneceklerimiz farklıdır ve bunlara odaklanmak gerekir, çatışmanın kişilik ve hayat görüşü üzerindeki etkisini yadsımamak gerekir. Çatışma durumundan kimin galip çıktığı değil, kimin ruhsal kazanımlarla ayrıldığı önemlidir.

Mükemmeliyetçilik Dil Öğrenimini Kötü Etkiliyor

   

      İkinci bir dil bilgisine sahip olup olmadığımız sorusu küçükten büyüğe herkesin karşısına çıkan ve sahip olmanın günümüzde neredeyse zorunluluk olarak görüldüğü bir niteliktir. Anasınıfından, üniversiteye, özel kurslardan, online platformlara kadar her ortamda yabancı dil öğretilmesi ile ilgili çalışmalar yürütülmektedir. Peki bu kadar üzerine düşülmesine, birbirine benzer eğitim modülleri uygulanmasına rağmen, kişiler arası farklılık gösteren dil öğrenme başarısını neye bağlamalıyız? İşte bu sorunun cevabını bulmak için yapılan araştırmalardan güncel olan bir tanesini paylaşmak istiyorum. Bu araştırma farklı motivasyonlara sahip olmalarına rağmen, daha yüksek mükemmeliyetçilik algısına sahip olan insanlardaki dil öğrenme başarısızlığını ortaya çıkarıyor.

         2016 yılında 400 kişilik öğrenci grubu ile yürütülen bu çalışmada ; dil öğreniminin öneminin farkında olan, aile tarafından motive edilen, dil öğrenme konusunda motivasyonu olan ve hedefinde olan dilin kökenine ilgi duyan olmak üzere 4 kategoride motivasyonları değerlendirilen katılımcıların dil öğrenme başarısı test edildi. The Almost Perfect Scale-Revised (APS-R) test sonuçlarına göre çalışmanın başında her katılımcının mükemmeliyetçilik algısı derecelendirildi. Araştırma sonucuna göre hangi motivasyon kategorisine sahip olduklarının önemi olmadan, mükemmeliyetçilik algısı yüksek olan öğrencilerin daha düşük başarılar gösterdiği bulundu.

         Mükemmeliyetçilik algısı yüksek olan öğrencilerin, başarısızlık durumunda uğradıkları hayal kırıklıkları ve stresli durumlar, dil öğrenimlerini kötü etkiliyor. Bu durumun üstesinden gelmek için, arkadaşça bir ortam yaratılarak, hata yapma konusunda motive edilen ve desteklenen bir eğitim ortamı öneriliyor.

         Yanlış telaffuz, gramer hataları, kelime seçimlerindeki hatalar sizi korkutmasın. İyi bir dil bilgisine ulaşmanız zaman ve emek alacaktır. Yaptığınız hataları düzeltmek için harcadığınız enerjinin karşılığını her zaman alırsınız.

                                              Kaynakça

Dashtizadeh P. & Farvardin M. T. (2016). The relationship between language learning motivation and foreign language achievement as mediated by perfectionism: the case of  high school EFL learners. Journal of Language and Cultural Education, 4(3),86-102.

Çalışma Ortamı Gerekliliği: Sağlam İletişim

      Psikolojik motivasyonu, eğilimi farklı olan insanların oluşturduğu iş hayatında iletişim kurma biçimleri de farklıdır. İş yerlerinde oluşan problemlere bakıldığında ana temanın uygun ve sağlam kurulamayan iletişim biçimleri olduğu görülür. İletişimsizlik deyince sadece iletişimden kaçınmak değil kurulan iletişimin iş yeri formasyonuna uygun olmaması da anlaşılmalıdır. İletişim, her ne kadar vurgulanan, önem ithaf edilen bir konu olsa da, her seferinde yeniden sosyal bağlama uygun yapılandırılması gerekmektedir. Sağlıklı bir iletişimin katılımcılardan talep ettiği bu çabanın gösterilmemesi, onun arka planda kalmasına ve hepimizin hayatlarında önem arz eden sorunlara neden olmaktadır.

      İletişim denince genellikle akla onun sözlü boyutu gelir. Ancak iletişim, sözlü boyutu dışında, farklı edimler içerir. Bu edimler birbirini tamamlayıp birbiri hakkında fikir vererek çıkardığımız anlamlara güvenmemizi sağlar. Peki edimler birbirini çelişkili tamamladığında neler olur? Bu boyutların farklı kombinasyonları bu iletişimin kalitesini veya iletişimsizliği ifade eder. İletişimin farklı edimlerinin unutularak, geride bırakılarak sadece bir boyutu ile eylemlerimize yansıtmaya çalışılmasıyla iletişimsizlik ortaya çıkar.
Mimik, jest, vücut duruşu, kullandığımız kelimeler, ses tonu, vurgu iletişim söz konusu olduğunda hatırlanması gereken boyutlardır. İletişime geçtiğimiz esnadaki odak noktamız ve varmak istediğimiz sonuç, boyutları yönlendirmektedir. Olumlu bir sonuca varmak isteseniz bile, odak noktanız iletişimde olduğunuz kişi değil de, o andaki bir uğrașta ise (telefon, televizyon gibi) korkarım ki edimleriniz birbirini çelișkili tamamlıyor. Bu sebeple, iletișim kurarken varmak istediğiniz sonucu iyi belirlemeli ve buna uygun ses tonu, vücut hareketleri ve mimiklerinizle desteklemelisiniz. İletișim kurduğunuz kișiye odağınızı verdiğinizde, kurulacak olan sağlıklı iletişimi ciddiye aldığınızı gösterirsiniz. Bu da karşınızdaki kişinin de en az sizin kadar iletișime değer vermesine ve sizi anlayıp, ortak noktada buluşmak için emek sarf etmesine sebep olacaktır.

       İletișimsizlik veya yanlış iletişim biçimlerini düşündüğümüzde pasif agresif davranışların problem yaratan yapısını görebiliriz. İş ortamlarında, ast-üst ilişkisi veya kıdem farkları gibi faktörlerin, iletişimi etkilediği muhakkak. Bu tarz durumlarda, yaşanılan sıkıntıların sırf kurum içi rahatsızlık çıkarmamak veya kişisel huzurun bozulmaması için iletişimden kaçmak, beraberinde daha büyük sorunlar getirir. Dile getirmekten kaçınılan düşünceler, aslında sürekli düşündüğümüz ve üzerine teoriler kurduğumuz konular haline gelmeye başlar. Bu konular, zaman içinde davranışlarınıza yansır ve pasif agresyon sergilemenize sebep olabilir. Yıldızınızın uyuşmadığını, kimyanızın tutmadığını düşündüğünüz her iş arkadaşınızla olan iletişiminizde bu olasılıkları göz önünde tutmalısınız. Pasif agresif davranışların kendini dışa vurumda şiddet belirtisine ihtiyaçları yoktur, gösterilen iletişimden kaçma ve bunu haklı çıkarıp, karşı tarafı suçlayacak düşünceleri sahiplenmek de, pasif agresyon özelliğidir. Pasif agresif davranışlar, iki taraf için de dile getirilmediğinden dolayı, iletişimde camdan duvar inşa eder. Bu sebeple, sizi fikirlerinizi ve rahatsızlıklarınızı dile getirmekten alıkoyan durumları değerlendirin. Değerlendirmeniz sonucunda uygun kelimeler ile iletişime başlayın.

       İş hayatında farklı motivasyona, hayat görüşüne, problem çözme yöntemine ve becerisine sahip olan kişiler, haftanın 40 saati aynı ortamda çalışır. Her gün etkileşimde olduğunuz insanlarla sorunlar yaşamanız ve çatışmalara sahip olmanız çok normaldir. Asıl önem verilmesi gereken konu, iletişimin gerekli boyutlarını kullanıp sağlam bir etkileşimde kalmaktır. Huzurlu bir ortamda çalışmak ve yaşamak için, her kurmaya çabaladığınız, dahil olduğunuz iletişimin gerekliliklerini tekrar gözden geçirip hedeflerinize ulaşmaya çalışın. İletişimin, her seferinde, o an içinde bulunan duruma, formasyona göre farklı boyutların işin içine katılarak yeniden kurgulanması gerektiğini unutmayın.

Sosyopatlık

  Yazımda kısaca sosyopatlardan, onların kendilerine hedef seçtikleri ve istismara uğrattıkları kişilerden ve bu istismarı nasıl gerçekleştirdiklerinden kısaca bahsedeceğim.

         İlK olarak: ** Tutuklanması için zemin hazırlayan eylemlerde tekrar tekrar bulunmakla belirli, yasalara uygun toplumsal davranış biçimine ayak uyduramama. ** Sürekli yalan söyleme, takma isim kullanma ya da, kişisel çıkarı, zevki için başkalarını atlatma ile belirli dürüst olmayan tutum.**Dürtüsellik ya da gelecek için tasarılar yapmama. **Yineleyen kavga, dövüşler veya saldırılarla belirli olmak üzere sinirlilik ve saldırganlık. **Kendisinin ya da başkalarının güvenliği konusunda umursamazlık **Bir işi sürekli götürememe ya da mali yükümlülüklerini tekrar tekrar yerine getirememe ile belirli olmak üzere sürekli bir sorumsuzluk.** Başkasına zarar vermiş, kötü davranmış veya başkasından bir şey çalmış olmasına karşı ilgisiz olma veya yaptıklarına kendince mantıklı açıklamalar getirme ile belirli olmak üzere vicdan azabı çekmeme. Bu maddelerden en az 3üne sahip kişiler DSM5 kriterlerine göre sosyopat (anti sosyal kişilik bozukluğu) tanısı alırlar (American Psychiatric Association, 2013).

        Yapılan araştırmalar tutukluların %25inin sosyopat olduğunu ve diğer kriminallardan iki kat fazla agresif tavırlar sergilediğini göstermektedir. Fakat bütün sosyopatlar hapishanede değildir. Daha az görünür sıkıntıları olan sosyopatlar da vardır. Bu sıkıntılar, kronik yalancılık, aldatma, manipulasyon, anksiyete bozukluğu gibi duygusal boyutlardadır. Bazı sosyopatlar yıkıma gizli şekilde sebep olur, bu yüzden kendilerini yıllarca saklayabilirler. (Jane McGregor and Tim McGregor, 2013).

       Terapist ve danışmanlar empati yeteneği yüksek kişilerin sosyopatlar tarafından daha çok hedef alındığını tespit etmiş ve bu durumu “apaths” olarak adlandırmışlardır. İngiltere’de apaths ları nasıl tanıyıp, onlardan kaçınacağımıza dair makeleler yayınlanmaya başlanmıştır.( Jane McGregor and Tim McGregor, 2013).

       Araştırmalara göre sosyopatlar, ilk etkileşimde genellikle karşılarındaki insanların empati seviyelerini test eder, bu yüzden yönelttikleri sorular yüksek empatiye sahip olup olmadığınızı keşfetmeye yöneliktir. Empati yeteneği yüksek olan insanlar hedefleri olacaktır. Düşük empati yeteneğine sahip kişileri ise pas geçeceklerdir. Sosyopatların hedefinde bulunmuş insanlar yaşadıklarını aktarırlarken “ben salağım” “ne düşünüyordum ki” gibi kendilerini değersiz gösteren cevaplar vermektedir. Bu tarz düşüncelere kapılmaları yersizdir çünkü sosyopatlar insanları koşullarlar ve onlarla diyoloğa girdiğinizde beyniniz yıkanmış gibi davranırsınız.( Jane McGregor and Tim McGregor ,2013).

       Sosyopatlarla başa çıkmanın en etkili yolu, tabiri caizse gözlerinizi açmanız ile başlar. Sosyopatların gerçekten orda olduklarını görmeniz lazım. Farkındalık, sosyopatların hayatınızdki negative etkilerini kısıtlamalarının ilk adımıdır.(Jane McGregor and Tim McGregor,2013).

       Apathlar, sosyopatların bir çeşit cephanelikleridir ve sosyopatik istismarlarına katkıda bulunurlar. Hedeflerindeki kişilerin, apathların gerçekleştirdiği yıkıcı işeri anlaması zor değildir ama bunun sebebini kabullenmeleri zordur. Bu kabullenme ve yargılamanın zayıflığının sebebi, içe bakışın az oluşudur. Empatisi yüksek insanların, onların içindeki “kötü”yü görmek istememeleri, sosyopatların işine yarar. Hedeflerindeki kişiler genellikle korkulara sahip insalardır. Genellikle akıntıyla beraber giderler ve lider olarak gördükleri kişiyle aynı fikirde olurlar. Empati eğiliminde olan kişiler, sosyopatlar tarafından kolayca manipüle edilebilir ve daha sonra kendilerini suçlu hissetmeleri için avantaja da sahip olurlar.( Jane McGregor and Tim McGregor ,2013).

      Sonuç olarak, empatik insanların ilgi kaynakları, onların cevapları ve hareketleri, sosyopatlar için çok büyük eğlencedir böylelikle insanları kullanabilir ve istismar edebilirler. Empatik insanlar, sosyopatın perspektifini desteklemeye başladığında, istismara açık obje halini alır. Bu durum genellikle empatikler , bazende apathlar için kötü biter. Sosyopatlar, hedeflerinin, yağcılık, yalanlarla kafa karıştırma ve rüşvet ile gözlerini boyarlar.

The gaslighting effect

      Gaslightng sistematik bir şekilde bir kişinin, diğer kişinin gerçeğini eritmesi, kemirmesidir. Bu sendrom adını, , konusu katilin karısını kuşkucu ve diğer insanların inanmayacağı bir kişiye çevirmesini konu alıan aynı isimli oyun ve filmden almıştır
Gaslight bir çeşit psikolojik istismardır. Bu istismarda çeşitli yollarla yanlış bilgiler sunularak hedefin anıları ve bakış açısı şüpheye düşürülür. Psikologlar buna, “sosyopatların dansi” derler. Ve aile,arkadaş, iş arkadaşı, sevgiliden herhangi biri sosyopatın gaslighting hareketinin kurbanı olabilir. (Jane McGregor and Tim McGregor ,2013).

      Psikoterapist Christine Louise de Canonville, sosyopatların yürütükleri ilişkilerin farklı aşamalarını tanımlıyor: * idealizasyon basamağı, sosyopat bu aşamada kendisini “en iyi” olarak tanıtır, fakat bu kısım tamamen bir ilizyondur. Daha sonra değişim basamağı gelir ve bu basamak aşama aşama gelişir, bu yüzden hedeflerindeki kişi bu değişimi farketmez, nasıl soğuk ve duygusuz birisine dönüştüğünü farkedemez. Fakat bu değişimler, hedefteki kişi için çok stresli olmaya başlar ve bu durumlarda sosyopatlar kendi güçlerinden dolayı eğlenmye başlarlar. Son basamak ise ıskartaya çıkarma basamağıdır. Sosyopat için ilişkide olduğu kişinin öneminin azalıp, ona karşı kayıtsız kaldığı basamaktır. sosyopatlar bütün bağlarını reddetip, yeni hedeflerine doğru ilerlerler.( Jane McGregor and Tim McGregor ,2013).Gaslighting bir kere olan bir şey değildir. Eğer ilişkinizin ilk aşamalarında olduğunuzdan endişeleniyorsanız, kendinizi korumanız için yapmanız gereken şey o kişiden uzaklaşmaktır.

     Dilerim ki anti sosyal kişilik bozukluğu tanısı konmuş/konmamış bir birey ile yürüttüğünüz ilişkide istismara maruz kalmadan vakit geçirebilirsiniz.

                                        Kaynakça

       American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (5th ed.). Washington, DC: Author.

       Jane McGregor and Tim McGregor (2013).Empathic people are natural targets for sociopaths – protect yourself. Addiction Today.

       Jane McGregor and Tim McGregor (2013).The Empathy Trap: Understanding antisocial personalities (Sheldon Press, London).

Korku Gelip Geçici

    Korku tohumlarının her gün ortalığa saçıldığı bir dünyada, bilim insanları da aynı hızla tohumların kökünü kurutmak için çalışmalarına devam ediyorlar. Çalışmaların bugün geldiği nokta biz ruh sağlığı çalışanlarını daha da cesaretlendirip, araştırmalara sevk eder konumda. Yapılan araştırmaların umut verici sonuçlarını sizlerle paylaşıp, umutlarınızı yeşertmek istediğim için bu ay sizlere yabancı kaynaklı son gelişmelerden haberler vereceğim.

    Sizlere korkunun tedavisinde önemli gelişmelere sebep olan ve olmaya devam edecek 3 deneyden bahsedeceğim. Şimdiden belirtmeliyim ki bu deneyler gerekli etik koşulları sağlamış, sonuçları kabul edilmiş ve bilimsel dergiler tarafından yayınlanmıştır.

    İlk bahsedeceğim deney yıl olarak her ne kadar bize yakın olsa da bahsedeceğimiz deneyler içindeki en eski deney; 2000 yılında New York Üniversitesi’nde farelerle yapılan, korkuyu unutma deneyi. İlk olarak farelere klasik koşullanma ile korku hafızası yaratılıyor. Bu koşullanmayı yaratmak için çan sesi ile birlikte elektrik şokları veriliyor, böylece farelerin çan sesine karşı korku duyması sağlanıyor. Korku anıları geri çağrılırken, farelere anisomycin adı verilen protein sentezini önleyen bir kimyasal enjekte ediliyor. Bu kimyasal sayesinde bilgi ortaya çıktığı anda tekrar işlenmesi önlendiği gibi, eski bilgide değiştirilmiş oluyor. Korku hafızasının kaybolup kaybolmadığını test etmek için tekrar çan çalıyorlar ama fareler hiçbir korku belirtisi göstermiyor. Ledoux bu deneyi ile şunu fark ediyor; Anı her çağrıldığında yeni bir nöron bağlantısı oluşuyor ve hafıza güçlendiriliyor. Eğer tam çağırma işlemi anında bir müdahale de bulunabilirsek korkuyu hafızamızdan silebiliriz ( Joseph E. Le Doux , 2000).

    Bu deney gerçekten de ilgi çekici ve üstüne çalışılmaya değer bir sonuca ulaşmış olmalı ki 9 yıl sonra esin kaynağı bu deney olan başka bir çalışma bilim dünyasına giriş yapıyor fakat bu deneyimizde fareler yerine insanlar kullanılıyor ve herhangi bir fiziksel zarardan kaçınmak için kimyasal kullanmıyorlar. 65 katılımcının yer aldığı çalışmanın hedefi korku anılarını azaltarak yok etmektir. Katılımcılara sarı ve mavi renkli kareler gösterip, sarı kareleri orta dereceli elektrik şoku ile eşleştirmek suretiyle klasik koşullanma yapıyorlar. Sarı kareleri gördüklerinde vücutları korku belirtileri veriyor. Katılımcılar 3 gruba ayrılıyor. 1. Grup tamamen kontrol grup, 2. Grup önce küçük bir tedavi uygulanan ve tedaviden sonra 6 saat dinlendirilen grup, 3. Grup aynı küçük tedavi uygulanan fakat bu sefer 10 dakika dinlendirilen grup. 2. Ve 3. Gruba uygulanan tedavi; arka arkaya sarı ve mavi karelerin elektrik verilmeden gösterilmesi. Her sarı kart gösteriminden sonra 2. Grup 6 saat, 3. Grup 10 dakika dinleniyor. Bu işlemler katılımcılar korku belirtilerini kaybedene kadar devam ediyor. 3. Grubumuzdaki katılımcılar diğer gruplara göre daha çabuk korku belirtileri göstermeyi bırakıyorlar. 2 grup içinde 24 saatlik aradan sonra aynı tedaviler tekrar uygulanıyor. 2. Grubumuzdaki katılımcılar korku belirtileri göstermeye başladıkları halde, 3. Grubumuzdaki deneklerde korku belirtisinden eser yoktu. Bu deneyin savunduğu çok önemli bir hipotez vardır. Hipotez 10 dakikalık sürenin geri çağırma, bilgiyi oluşturma süresi olduğunu ama 10 dakikadan fazla süre verildiğinde, bilgi değiştirilmeye ve yeni anılar oluşturulmaya başlandığını savunur. Deneyin sonucu zamanlamanın çok önemli olduğunu gösteriyor, araştırmacıların belirttiğine göre; bilgiler pekiştirilmek için gün yüzüne çıktığı zaman, onları yeni bilgiler ile değiştirebilirsiniz. Ama gerekli zamanı kaçırırsanız eski bilginizle bağlantısı olan yeni bir bilgi elde edebilirsiniz ( Daniela Schiller, 2009).

     Bu iki çalışma bize korkunun kalıcılığı ve korkutuculuğunu tekrar düşünmemiz için bir kapı açıyor. Ama hala korkularımızla herhangi bir destek almadan nasıl başa çıkabileceğimizi göstermiyor. Tam bu noktada bahsedeceğim son deney devreye giriyor. 2014 yılında yayınlanmış bu deney cesaretimizi arttırıcı ve yardım eli uzatıcı etki yaratıyor.

     2014 yılında Bonn Üniversitesi tarafından 62 erkek katılımcı ile yapılan bir deneyden bahsedeceğim şimdi de. Katılımcıların burunlarından aldıkları toz haline getirilmiş oksitosin hormonu ile korkunun üstesinden gelinebileceğini ispatlayan bir deney bahsettiğimiz. Oksitosin hormonu gündelik hayatta sevgi hormonu olarak bilinir. Yapılan araştırmalarda oksitosinin amigdala adını verdiğimiz beynimizdeki korku mekanizmasındaki aktiviteleri yavaşlattığı ortaya çıkmıştır. Deneyimizde katılımcılara nötr fotoğraflar göstermişler ve bu fotoğrafları elektrik şoku ile eşleyerek korku anıları yaratmışlardır. Daha sonra katılımcılar 2 gruba ayrılmışlardır. Bir gruba placebo ilaç(kontrol grup), diğer gruba (deney grubu) 1 doz oksitosin verilmiştir. 30 dakikalık bir bekleme süresinden sonra katılımcılar fMRI cihazlarına bağlanmışlar ve bu esnada korku anları oluşturdukları fotoğraflar tekrar gösterilmiştir. fMRI cihazındaki görüntüler bize, deney grubundaki katılımcıların amigdalalarındaki hassasiyetin azaldığını göstermiştir. Ayrıca katılımcılar, korkunun fiziksel göstergesi olan terleme gibi belirtileri göstermeyi de durdurmuşlardır (Monika Eckstein, 2014).

    Psikolojinin ve bilimin bugün geldiği nokta korkularımızı yenmemiz için her açıdan cesaret verici. Adım adım yapılan bütün deneyler gösteriyor ki, korkularımızla bir ömür boyu yaşamak, onların altında ezilmek ve hayatlarımızı mahvetmelerine izin vermek zorunda değiliz ve kalmayacağız. Sonuçları kesinleşen her çalışma, kalıcı ve hasarsız yeni tedavi yöntemlerinin bulunmasına bir adım daha yaklaştırıyor bizi. Bu hızla ilerleyen araştırmalar sayesinde bugüne ve geleceğe umutla bakabiliyoruz. Korkunun yenileceği günler yakın.

Kaynakça

       Daniela Schiller, Marie-H. Monfils, Candace M. Raio, David C. Johnson, Joseph E. LeDoux & Elizabeth A. Phelps (2009). Preventing the Return of Fear in Humans Using Reconsolidation Update Mechanisms. Nature, 463, 49-53.

      Karim Nader, Glenn E. Schafe & Joseph E. Le Doux (2000). Fear Memories Require Protein Synthesis in the Amygdala for Reconsolidation After Retrieval. Nature, 406, 722-726.

     Monika Eckstein, Benjamin Becker, Dirk Scheele, Claudia Scholz, Katrin Preckel, Thomas E. Schlaepfer, Valery Grinevich, Keith M. Kendrick & Wolfgang Maier (2014). Oxytocin Facilitates the Extinction of Conditioned Fear in Humans. Biological Psychiatry,78, 194-202.

 

Terapi mi? Oyun mu?

     Travmalar ve zorlu koşullarla dolu insan dünyasında yetişkinlerden daha çok çocuklar zarar görür. Söz konusu narin ve manipülasyona açık çocuklar olunca, yaşadıkları zorlukları aşmaları için uygulanan terapi de bir o kadar nazik ve ifade özgürlüklerini dışa vurabilecekleri rahatlıkta olmalıdır. Bu sebeplerden dolayı oyun terapisi çocuklarımız için kullanılan en güvenli ve uygun yöntemdir. 1919 yılında ilk defa kullanıldığı tespit edilen oyun terapisi 8 psikolojik kuram göz önünde bulundurularak tasarlanmıştır. Bu kuramlar; Fazla Enerji Kuramı, Eğlence Kuramı, Tekrarlama Kuramı, Pratik ve Egzersiz Öncesi Kuramı, Uyandırma Değiştirme Kuramı, Psikoanalitik Kuram, Zihinsel Kuram ve Sosyo-Kültürel Kuram (Öğretir A.D. 2008). Terapi oyunun çocukların hayatındaki yeri göz önünde bulundurularak şekillendirilmiştir. Piagetîn de savunduğu gibi; Oyun, somut tecrübe ile soyut düşünce arasında bir köprüdür ve çok önemli olan oyunun sembolik fonksiyonudur. Oyunda çocuk daha önce direkt veya dolaylı olarak tecrübe ettiği olaylar için sembolik olan somut nesnelerle duyguları hareket ettirici bir şekilde uğraşır. Bazen bu bağlantı açık olur bazen de bu bağlantı çok uzaktır. Her iki durumda da oyun çocuğun tecrübelerini düzenlemek için yapılan girişimi sergiler ve bu bazen çocuğun hayatında kendini kontrol altında hissettiğinde birkaç defa gerçekleşmiş olabilir ve bu daha güvenlidir. Oyun, çocuğun iç dünyasına somut şekiller ve ifadeler verir. Duygusal yönden önemli olan tecrübelere oyun ile bir anlam kazandırılır.
Oyun terapisinin sonuçlarını daha iyi anlayıp geliştirmek için yapılan araştırmalar göstermiştir ki, çocuklar üzerinde uygulanan terapiler arasında en çok başarı oyun terapisinden elde edilir. Uluslararası Oyun Terapisi Derneğinin yürütmüş olduğu araştırma sonuçlarına göre, araştırmaya katılan çocukların %71’in de pozitif yönde gelişme saptanmıştır ( Play Theory International, n.d.).

    Oyun terapisinin uygulanma alanı, çocuğun kendini rahat hissedeceği, güvenli ve ihtiyaçlarının karşılandığı özel oyun odalarıdır. Terapi içinde 9 adet temel materyal ve temalar bulunur. 30-45 dk arasında değişen terapilerde çocuklar oyuncakları ile özgürce oyunlarını oynarlarken, terapistler sadece çocukları izlemek ve anlamlandırmak için orada bulunurlar. Burada önemli olan nokta oyun terapisinin kendi içinde yönlendirilen ve yönlendirilmeyen olarak ikiye ayrılmasıdır. Yönlendirilen oyun terapisi 3-4 ay gibi kısa süreli uygulanır ve terapiden önce terapist oynanacak oyunları belirler. Yönlendirilmeyen oyun terapisinde ise çocuğun istediği oyunlar oynanır. Virginia Axline ve Violet Oaklander modern oyun terapisine yaptıkları büyük katkılarında sayesinde bu iki yaklaşım birbirlerine adapte olmuştur(Play Theory International, n.d.).

      Oyun terapisini daha iyi anlamak için biraz irdeleyip, materyallerine ve temalarına göz atalım. Çizim, dans, kil, kum tepsisi, kuklalar ve drama gibi çocukların kendilerini ifade etmelerinde kullandıkları materyallerin yanı sıra, yaratıcı görselleştirme kartları ve hikâye anlatım aktiviteleri de kullanılmaktadır(Play Theory International, n.d.). Çocukların oynadıkları oyunları araştırmacılar 5 temaya indirgemişlerdir ve terapistler bu temalar dâhilinde değerlendirmelerde bulunmaktadır. Temalardan ilki olan agresyon ve güç temasında polis, asker ve kahramanlar gibi oyuncaklar kullanılır. 2. Tema aile ve beslenme temasıdır. Oyuncak bebekler, oyuncak evler kullanılır, bağlılık ve yetişkin aktiviteleri konularında çocuğun tutumu ölçülür. 3. Tema olan kontrol ve güvenlik temasında ise yangın oyunu, inşa etme, bozulma kırılma oyunları oynanır. 4. Temamız keşif ve uzmanlık temasıdır. En iyi yapabildiği görevleri yaptığı uzmanlık oyunu ile yapamadığı görevleri yapmaya çalıştığı başarısızlık oyunu bu temaya girer. Son temamız ise cinselliktir. Cinsel içerikli oyunlar oynaması, cinsel içerikli konuşmalar sergilemesi yaşadığı istismarı gösteren oyunlardır (Ryan V & Edge A 2012).

     Oyun terapisinde aileye veya bakıcılara da görevler düşmektedir. Terapiye başlanmadan önce terapistle görüşmeler yapılmalıdır. Terapistler çocuğun yaşadıkları, içinde bulunduğu sosyal çevre gibi konular hakkında geniş bilgiler edinmelidir (Rye 2010). Terapi öncesi aile görüşmelerinin başka bir amacı da; ailelerin oyun terapisine başta güvenmemeleridir. Bu görüşmeler esnasında izlenecek yollar, terapinin amacı, yaklaşık süresi ve devamlılığın önemi hakkında konuşulmalıdır (Wilson ve Ryan 2005). Her oturumdan sonra terapist detaylara inmeden, o günün temasını ve çocukta gözlemlediklerini aktarır. Ebeveynlere tavsiyelerde bulunur. Bazen evde, sokakta ailelerin çocukları ile gerçekleştirebilecekleri oyun içerikli görevler verirler (McGuire & McGuire D 2001). Aile ile terapistin uyumlu çalışmaları oyun terapisi için çok önemlidir.